Translate

13 Ekim 2012 Cumartesi

Yedikule




























Sinan Tarakci
6 Ekim 2012


7 Ekim 2012 Pazar

İç Kalpakçı Çıkmazı

Sur içinde bir çıkmaz sokak İç Kalpakçı çıkmazı. Omuz omuza vermiş sırtını tarihi surlara yaslamış tren yoluyla surlar arasında sıkışıp kalmış evler.




Şu nazar boncuğu en kapsamlı sigorta poliçesinden bile daha etkili, kim ne derse desin. Milyon dolarlık bir tesisi koruduğu gibi bu çıkmaz sokaktaki evi de aynı titizlikle koruyor.


Şehirde sıkışıp kalan ve doğayla kopmamak isteyenlerin imdadına tenekeden yapılmış yağ kutuları yetişti. Bahçe sahibi olanlar bile olmuştur. Artık nostaljik desek çok yanlış bir söz olmaz.


Evlerin dışlar boyalı olsa da hepsi de farklı tek bir renge boyanmış. Tek ses, tek renk, bu bizim hayatımızın her anına işlemiş durumda.



Çamaşırlara bakılırsa evde çocuk nüfusu yoğun bir şekilde yer alıyor. En az 3 fazlası da fena olmaz. Kalpli çamaşıra bakılırsa olacak gibi.


Okeye dördüncü aranıyor mu bilmiyorum ama akşamları bu masada çayından yemeğine kadar bir çok şeye yaradığı kesin. Okey için küçük duruyor bu masa en fazla pişti oynanır.


Hani şu cep telefonu reklamında her bir boku söylüyor ama bir baba demiyor olan vardı ya, normal de o konuşma baba dedi mi muhabbeti yerine akşama eve ekmek getirebilecek misin olurdu?


Yere oturarak çektim. Kapının yüksekliği 1 mt gibi bir şey, evin girişi böyle evi de siz hayal edin ne kadar büyük olacağını.


Trenin yıllardır yanından geçerken sarstığı ama yıkamadığı evler bu gün rantiye dönüşümüne kurban gidecek belki. Burası sit alanı ilan edildi dense de kağıdı üzerine yazılı her şey duruma göre değişir. Bir gün bu ucube yapılardan kurtulalım diyen biri çıkar elbette.





Sigaranın dumanında efkarlı bir yolculuk görünüyor, buraları bırakıp gitmek zor olsa da, vakti gelen gidiyor buralardan. Bir sonraki yolculuk nereye o şimdilik tam bir bilinmeyen.

Sinan Tarakci

6 Ekim 2012


5 Ekim 2012 Cuma

Ağrı Dağı




  10 Ağustos 2008: Pazar günü uçakla Van’a gittik ve aynı gün Doğubeyazıt’a geçtik. Yolda Tendürek dağının lav küllerinin olduğu geniş vadinin yanından geçiyoruz. Tek kelimeyle inanılmaz bir görüntü. Doğubeyazıt’a giderken Gemlikte şairin dediği gibi denizi göreceksin şaşırma ama ben dağı ilk gördüğümde şaşırmaktan ziyada bir korku başladı. Tanrım biz ne yapıyoruz. Ben böyle heybetli bir dağ beklemiyordum. Resimlerin aksine gerçek görüntüsü çok farklıydı. 



11 Ağustos 2008: Sabah 0700 de yapılan kahvaltının ardında eşyalarımızı da alıp küçük bir minibüsle Ağrı dağının eteklerine yolculuğa başladık. Dağın eteklerinde yaklaşık 1700 metreden itibaren ilk kamp noktası olan 3200 metreye doğru hareket ettik. Minibüste giderken mümkün oldukça dağla göz göze gelmemeye çalıştım.


Arkadaşlarda sadece sırt çantası varken bende artı olarak fotoğraf makinesi ve objektiflerin ve diğer fotoğrafçılık malzemelerinin yer aldığı çantayı taşıyordum. Gramın bile önemli olduğu böyle bir tırmanışta artı bir yük taşımak zorundaydım. Ağırlıktan, molalarda olduğum yere çöktüğüm bile oldu.



Direk olarak hissettiğimiz ilk şey havanın değişmesi ve yükseldikçe şartların zorlaşması. Ağrı dağı yapı olarak bir sönmüş volkanik bir dağ. Çevresinde ve üzerinde hiçbir ağaç veya benzer bir bitkiyi bulmak mümkün değil.  Göreceğiniz tek şey kaya ve kum. Yaklaşık 6 saatlik bir yürüyüşten sonra ilk kamp noktası 3200 metreye vardık. İlk iş kamp yerinde çadırlarımızı kurmak oldu. Sonrasında yarın yapılacak zorlu 4200 yürüyüşü ile ilgili değerlendirme yaptık. Rehberimiz Zeki abiye abi ben zirveye tırmanışını yapabilir miyim? Bende o potansiyeli görüyor musun diye sordum. Zeki ağabeyin ve diğer arkadaşların dediği pek mümkün görünmüyor şeklinde idi. Birçok kişinin zirve yürüyüşünü 4800 metreden sonra hatta 5000 metrede bile bıraktığını ifade etti. Zirve yürüyüşünden sonra  ne demek istediğini net bir şekilde anladım. Çünkü dağda belirtilen 100 metre sadece yükseklik gideceğiniz mesafe değil.
3200 kampında kalan sürede çevreyi gezip fotoğraflar çektim. Kampta İranlılar komşumuzdu. Dağcılığın İranlıların ulusal bir sporu olduğunu burada öğrendim. Bir ara İranlı bir bayan yanımıza gelip bizimle fotoğraf çekmek istedi. Devamında ben de iadeyi ziyarete gidip İranlı bayanla fotoğraf çektim. Sonrasında fotoğraf çekme faslımız komşularımızla yaklaşık 2 saat sürdü.






12 Ağustos 2008: Sabah gün ışığıyla uyanıp kahvaltı yapmamızın ardından çadırları toplayıp eşyalarımızı yüklenip  4200 metre kamp noktasına yürüyüşümüze başladık. 3200 dağda görebileceğiniz son yeşil ve düzlük alan. Sonrası sadece kaya ve yükseklere tırmandıkça daha da eğim artıyor.  Yaklaşık 5 saatlik bir tırmanışın ardında 4200 metre kamp alanına vardık. Toprak bir alan olmadığından kayaların üzerine çadırları kurduk. Rehberimizin belirttiği olabilecek en iyi yere çadır kurduğumuz şeklindeydi. Dağın normal zamanında buralarda yer bulmak çok zormuş.
 Bulutların üzerinde olmak sanırım bu olmalı. İklim ve hava basıncı tamamen değişti. Bende baş ağrısı ve buna bağlı olarak ateşim yükseldi. Ağustos ortasında kışlıkları giydik. 2 kere kar yağdığına şahit oldum, yağmur ve rüzgâr da cabası.  Açıkçası özellikle ağustos ayında kar yağdığını görmek ve kış yaşamak çok büyük bir keyifti. 4200 kampında yerleşimin ardında fotoğraf çekmeye devam.
Akşama doğru ertesi gün yapacağımız zirve tırmanışıyla ilgili bir değerlendirme yaptık. Rehberimiz Zeki abi sabah 0200 kalkarız ve 0230 gibi de zirve yürüyüşüne başlarız dedi. Açıkçası dinlerken şaka yapıyor sandım, ciddiymiş. Zirve yürüyüşünün erken başlamasının sebebi sabah gün ışığıyla birlikte zirvede olmak ve buzulda şartların gün içinde en iyi olduğu saatlermiş. Bir de olası hava şartlarında bir değişim olduğunda aydınlıkta geri dönüş için daha fazla gün ışığında vakit olması.


Günün kalan süresinde yanımıza almamız gereken malzemeleri hazırladık. Özellikle 5000 metreden sonra ayakkabımızın altına takmamız gereken kramponları hazırladık.  Gün içinde yine zeki abiye ben zirveyi görebilecek miyim? 5137 metreye ayak basabilecek miyim diye tekrar sordum? Sağ olsun,  beni takip et ben tempoyu sana göre ayarlayacağım  zirveyi de göreceksin dedi. 












13 Ağustos 2008: Tarihi gün. 0200 gibi Zeki abinin sesiyle uyandık. Dışarıya çıktığımızda çok iyi bir hava vardı. Her yer karanlıktı ve elini uzatsan yıldızlara dokunabileceğin bir görüntü vardı. Karanlıkta görebildiğimiz tek şeyde bunlardı. Tek problem ayağımızı basacağımız yeri pardon kayayı görmememizdi.
Kahvaltının ardında ellerimizde ışıldaklarla kayaların üzerinde yürüyüşe başladık. Zeki abinin liderliğinde ve peşinde ben olmak üzere tek sıra olarak yürüyüşe başladık. Bu sırada gördüğüm ve takip etiğim rehberimiz Zeki abinin ayakları ve yerdeki kardı.



 4200 den yürüyüşe başladıktan bir saatlik bir süreden sonra kaç metredeyiz abi şeklinde bir serzenişimiz oldu. Yukarılardan bir yeri gösterdi 4300 metre şurada diye ışıkla gösterdi. İlerleyen noktalarda nasıl tırmandık bilmiyorum ama giderek dik bir tırmanış halini almaya başladı. Zirve yürüyüşü tam bir erk, azim ve irade gerektiriyor.  Bir ara arkadaşlardan birinin ben uyumak istiyorum sözüyle uykumdan uyandım.
Asıl güzel ve etkileyici olan havanın aydınlanmasına doğru dağın gölgesinin ovaya yansımasıydı. Bu güne kadar çektiğim en güzel ve keyifli fotoğraflarımdan bir bu oldu. Soğuktan değil de bu görüntüden ürperdim. Fotoğraf makinemin bir bataryasıyla normal şartlarda 400–450 fotoğraf çekerken bu yükseklikte ancak 30 fotoğraf sonrası batarya bitti. 




4700 metreye geldiğimizde çantamda yer alan suyu bile bulamayacak kadar yorulmuştum. Arkadaşlar sağ olsun. 5000 metre işte buzulun başladığı ve zirvenin net bir şekilde göründüğü nokta. Son 137 metre zirveye. Ekibimizden 2 arkadaş bizden buraya kadar diyip zirveye devam edemeyeceklerini söyledi. Kesinlikle bu dediklerini kabul etmedik ve tüm ekibin bu tırmanışı yapacağını ve kendilerine her türlü desteği vereceğimizi söyledik tabi söylerken şöylede bir durumda vardı bize kim destek olacak.


Kramponları takmamızın ardında açıkçası bu noktada ellerim ve yüzüm dondu. Soğuğu iliklerime kadar hissettim. Zirve tırmanışını en kritik anları başlıyor. Bende de pek güç kalmamıştı. Zirve sanki çölün ortasındaki bir vaha gibi gördüğün ama ulaşması mümkün olmayan bir nokta gibi görünüyordu. Zirvenin en tehlikeli noktası ise ipli geçişin olduğu noktaydı.  Bu nokta dağcı İskender Iğdır’ın da öldüğü noktaydı. Bu noktadan son derece dikkatli bir şekilde geçtikten sonra açıkçası benim enerjim bitti. 5 adım atıp durup tekrar dinlenip 5 adım tekrar yürüyerek devam ettim. Ne bitmez yoldu. Buzula elimi dokunduğumda elimde eldiven olmasına rağmen elektrik çarpmış gibi oluyordum.



Ve tarihi an zirve. İşte orada ama kim gidecek. Durdum. Hadi son bir gayret batonda bir işe yaramıyor buzula batıp çıkmıyor. Sonra bizden birilerin zirveye ulaştığını gördüm. Son bir gayret ve işte zirve. İnanılmaz bir duygu bütün yorgunlukların ve baş ağrısının sonu. Başımızda bir Ağrı vardı ve o Ağrı artık geçmişti çünkü biz o ağrının tepesindeydik. Tüm bu çabalar 10 dakika içindi. Bir tarafta İran, Ermenistan ve Türkiye üç ülkeyi aynı anda birden görebiliyorduk. Fotoğraf çekmemizin ardında ne yazık ki tipi başlayınca her taraf kapandı ve dağdan İran ve Ermenistan tarafını çekemedim ama olsun yinede zirvede birbirinden güzel fotoğraflar çekmiştim. 





Dönüş, böyle bir şey mi varmış. Zirveden dönüş tıpkı şeye benziyor hayatın gerçeklerinden kaçarsın da bir noktada artık kaçamazsın yüzleşmek zorundasındır tam ona benziyor. Çıkıştan daha zorlu ve kıyaslanamayacak kadar tehlikeli. Ve de en büyük dezavantaj gram yürüyecek gücün kalmaması. Oysa çıkarken kendimi iniş kolay olacak diye kendimi avutuyordum. Nasıl indim bilemiyorum ama yaklaşık 4 saat sürdü. Sol tarafımızda bir uçurum yer alıyordu ve de kenarından da yürümek zorundaydık. Kampa vardığımda ki o an inanılmaz bir andı çadıra kendimi zor attım. Ancak akşam saatlerinde kendime gelebildim ve dışarıya sadece yemek için çıkabildim.




14 Ağustos 2008: Günün ilk ışıkları çadırımıza vurmasıyla birlikte çadırlarımızı ve eşyalarımızı toplayıp dönüşe başladık.  Önde Zeki abi harpten zaferle dönmüş bir ordu komutanı edasıyla ve peşinden biz. Mutluluktan nerdeyse Ağrı dağından uçup çayır çimene düştüm türküsünü söyleyeceğiz. Ne mümkün şakası bile adamı korkutuyor. Bu türküyü yazan belliki dağı bilmiyor. Uçsunda görsün çayır çimeni.
Dönüş de açıkçası keyfini çıkara çıkara iniyoruz. Yanımızda çocuklara verilmek üzere getirdiğimiz çikolata ve benzer şeyler. Gerçi çıkarken dağıtacaktık açlık korkusu ağır bastı. Dağda 3200 seviyesinde çobanlara ve koyun sürülerine rastlamak mümkün. Çobanlar genelde 10-15 yaşlarında. Bir şeyler ikram etmezseniz fotoğraf çektirmiyorlar, kaçıyorlar. Burada bir de çobanlara yardımcısı köpekler var ki çok korkutucu.
Yaylacıların çadırlarına uğradık ikramları olan ayran ve çaylarından içtik. Bir takım el işi ürünler satıyorlar. Bir kaç tane mecburen satın aldım ancak öyle bir kaç  fotoğraf çekmek için ikna edebildim.
Of ya kaç gün oldu bilmiyorum düzgün bir yerde uyumayalı ve duş almayalı. Öğleye doğru 1700 yürüyüşe başladığımız noktaya vardık. Aynı minibüsle geri otele döndük. İlk yaptığımız şey otelin lobisinde bira içerek kutlamak oldu. Durmak yok yorgun olmamıza rağmen bu bölgede dağın dışında İshak Paşa sarayı, meteor çukuru ve Nuhun gemisi yer alıyor. Mustafa abiye rica ettik bu gün gezelim diye. Ertesi gün yolculuk var gelmişken mutlaka görmek lazım. Bir saat sonrasına randevulaşıp odalarımıza çıktık.



Sinan Tarakci
Ağustos 2008